Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Richard Yates Öykülerinde Yalnızlık

Yalnızlığı soylu bir duygu ve durum olarak bellemiş biri için Yates’in öykülerindeki yalnızlık halleri ilkin biraz yadırgatıcı. Bu öykülerin methini Onur Çalı’dan (onun Sonra Hayat kitabından) duydum ve sonra beğenisine güvendiğim bir arkadaşım önerince alıp okudum. Doğrusu okuduğum en özel öykü kitaplarından biri bu. Yates öykülerindeki yalnızların hepsi sempatik değil, ama çoğunlukla mağdur ve bazen hastalar. Doktor Jack-o’-Lantern adlı öyküdeki sınıfa yeni gelen çocuğun hali mesela - ondan beklenen bir şekilde kendini sevdirmesi veya elinden gelmiyorsa uyum sağlayıp karışıp gitmesi akışa. Çocuk kendisini sevdirmeyi denemiyor değil ama beceremiyor işte. Mağduriyeti arttıkça ve yalnızlığı düğümleştikçe de saldırganlaşıyor. Zulüm görenin insansever değil zalimden daha zalim olması gibi doğal bir sonuç bu esasında.  İkinci öyküde ( Her Şeyin En İyisi ) Grace pek sevmediği biriyle evlenmek üzere olmanın yalnızlığında. Arkadaşı Martha’nın beğendiği türden havalı birileriyle
En son yayınlar

İosif Brodski'den üç şiir

Rus şair, yazar, çevirmen İosif Aleksandroviç Brodski 1940-1996 yılları arasında yaşadı. Brodski, savaş sonrası Leningrad’ında doğdu ve büyüdü. Yedinci sınıftan sonra iş hayatına atıldı: bir morgda, bir kazan dairesinde çalıştı, babası gibi fotoğrafçılık yaptı. Aynı zamanda jeolog olan Brodski Uzak Doğu’da küçük bir uranyum yatağı keşfetti. 60’lı yılların başında şiirlerini kendine has tarzıyla okuduğu Leningrad edebiyat toplantılarında adını duyurdu. 1961’de Anna Ahmatova’yla tanıştı, ondan ilham aldı, ama şiirlerinde daha çok Marina Tsvetayeva’nın etkisinden söz edilir. Yine 60’ların başlarında Nikita Hruşov’un hedef gösterdiği “tembel” genç edebiyatçılardan biri de Brodski oldu. 1963 ve 64 yıllarında iki kez tutuklandı. Asalaklıkla suçlanıyordu. Mahkemede neden asalaklık ettiği, neden çalışmadığı sorulduğunda suçlamaları reddetti, şiir yazdığını söyledi. Nihayet Leningrad’dan 5 yıllığına uzaklaştırılmasına karar verildiğinde, aralarında Dmitri Şostakoviç, Samuil Marşak, Aleksandr Tv

Ne teessüf, ne davet, ne gözyaşı - Sergey Yesenin

Eski bir çevirim. Yirmi altısında yazmış bu şiiri Yesenin. Dört yıl sonra da intihar etmiş. İnsan bir defa veda havasına girmeye görsün... Ne teessüf, ne davet, ne gözyaşı Ak elmalardan yükselir gibi sis, geçecek her şey. Altınıyla güzün sarmalanmışım, Dönmeyecek geri gençlik denen şey.   Soğuğun yokladığı yüreğim, Sanmam ki çarpasın eskisi gibi, Ve basmalarca akağaçtan dikilmiş ülke Çağırmaz yalınayak sürtmeye beni. Serseri ruhum! gitgide daha seyrek Titretiyorsun alevleri dudaklarda Ah, yitirdiğim tazeliğim giderek, Deli bakışım, taşkınlığım duygularda!   Daha cimriyim artık arzularımda Ey hayat, rüya mıydın gördüğüm? Sanki akisli bahar sabahlarında Pembe bir atın sırtında gezip dönmüşüm. Hepimiz, hepimiz faniyiz dünyada, Usulca dökülür isfendanlardan yaprakların bakırı... Büyümeye ve ölmeye gelen ne varsa,  Sonsuza değin şad olsun canı.   1921   Sergey Yesenin

R. Carver'ın "Tüyler" Öyküsü Üzerine

Okuduklarım üzerine yazma alışkanlığım yok. Carver'ın Tüyler 'ini (Can Yayınları, Ayça Sabuncuoğlu çevirisi) bir arkadaşımla üzerine konuşmak amacıyla okumuştum. O konuşmayı bir türlü yapamıyorduk. Ben de düşündüklerimi unutmamak için yazdım. Öyküyü okumamış biri bu yazıda heves kıracak detaylar bulacaktır. R. Carver'ın Tüyler öyküsünün güçlü tarafı, bir dizi sıra dışılıkla basitliğin iç içe geçmiş olmasında sanırım. Hayatta da öyledir. Basit, sıradan olduğunu düşündüğün insanlar gayet "tuhaf" şeyler yapar/yaşarlar. Öyküde tuhaf olan, olağanüstü rahatsız edici tavus kuşuyla olağanüstü çirkin bebek değil sadece. Olla ve Bud’ın ilişkisi de öyle. Bud, Olla’nın tüm çarpık taraflarıyla barışmış - eski dişlerini televizyonun üzerinde sergilemesi, bir tavus kuşuna sahip olma hayali, kızaracak kadar utangaç ve aniden ölçüsüzce açılacak (dişlerini tırnağını vura vura göstermesi) kadar umursamaz olması, misafirlere rağmen kuşu eve alma ısrarı. Aslında birçok evli çiftin yap

Çehov'un "Martı" oyunundan, yazar Trigorin'in tiradı

Yazanların ve yazmaya çalışanların her daim yaşadığı ve yaşayacağı kâbusu çok güzel anlatan şu parçayı çevirmesem olmayacaktı. İlgilisine: Nina: Dünya ne acayip! Size nasıl imrendiğimi bir bilseniz! Herkesin alnına ayrı yazı yazılmış. Kimileri sıkıcı, silik ömürlerini doldurmaya bakar, hepsi de birbirine benzer bunların, hepsi mutsuzdur; kimilerininse, mesela sizin –ki siz milyonda birsiniz– bahtınıza renkli, parlak, anlam dolu bir hayat düşer… Çok şanslısınız. Trigorin: Ben mi? ( Omuzlarını silker. ) Hmm… Ünden söz ediyorsunuz, mutluluktan, aydınlık, renkli bir hayattan, bütün bu güzel sözcükler benim için –kusura bakmayın ama– hiç yemediğim bir marmelattan farksız. Tabii siz çok genç, çok iyisiniz daha. Nina: Muhteşem bir hayatınız var! Trigorin: Nesi muhteşemmiş benim hayatımın? ( Saatine bakar .) Şimdi gidip yazmam gerekiyor misal. Üzgünüm, hiç vaktim yok… ( Güler .) Nasıl derler, bam telime bastınız şimdi, heyecanlanıyorum, biraz da sinirleniyorum doğrusu. Madem öyle konuş