Okuduklarım üzerine yazma alışkanlığım yok. Carver'ın Tüyler'ini (Can Yayınları, Ayça Sabuncuoğlu çevirisi) bir arkadaşımla üzerine konuşmak amacıyla okumuştum. O konuşmayı bir türlü yapamıyorduk. Ben de düşündüklerimi unutmamak için yazdım. Öyküyü okumamış biri bu yazıda heves kıracak detaylar bulacaktır.
Öykünün dumanlı, sisli tarafı, Fran ve Jack’in bu tekrarı olmayan akşam yemeğinden sonra geçirdikleri değişim. Oraya gelirken sıkıcı bir akşamı bir an önce geçiştirmekti niyetleri - özellikle Fran’in. Tavus kuşuyla karşılaştıkları andan itibaren yanıldıklarını yavaş yavaş anladılar. Nihayet akşam bittiğinde bunun hayatlarında bir dönüm noktası olduğunu düşündüler. Bekâr ya da çocuksuz çiftler, evli ve çocuklularda sahip olmadıkları bir şeyi görür. Bu çocuk ve onunla birlikte gelen bir tür kesinlik, devam, huzur imasıdır. Burada tuhaf olan, tavus kuşuna, çocuğun çirkinliğine ve ev sahiplerinin yer yer gerilimli, bağlılıktan çok birbirine dolanmışlığı düşündüren can sıkıcı ilişkisine rağmen Jack ve Fran’in (daha çok Fran'in) ister istemez bu yaşamdan etkilenmesi. Okur onların “lanet olsun, bu ne biçim bir hayat, asla onlar gibi olmayalım” diyeceklerini zannediyor. Jack’in o akşamı unutmamak istemesini ben önce buna yordum - “unutmayayım ki asla bir benzerini kurmayayım kendime”. Oysaki o garip efsunun etkisi altında o da, Fran gibi.
Tüm bunlar bana şunu düşündürüyor. İnsanlar evlenirken, çocuk yaparken, çeşitli ilişkilere ya da maceralara girerken aslında başlarını belaya soktuklarının az çok farkında oluyorlar ama belasız, olaysız geçen hayat onlara yavan geliyor. Bile bile lades. Çünkü çirkinler çirkini (veya güzeller güzeli, fark etmez) o yavruya sahip olmak, ona umutla bağlanmak, onun tavus kuşuyla belki absürt ama esasında hoş da sayılabilecek arkadaşlığını izlemek aslında insana cazip gelen bir şey. Öykünün başında diyor ya, “bebek sekiz aylık olmuştu, o sekiz ay nereye gitti?” O sekiz aylar geçip geçip gidiyor insanın ömründen - eğer zamanı bir şeye dönüştürmezsen. Çocuk zamanın ete kemiğe bürünmesi, boşa geçmemesi demek yaşlanan insan için.
Öykünün sonunda kuşun ölümü, ilişkilerin ve insanların yorulup birbirinden usanması vs… bunlar birbirine koşut şeyler. Kuş tüm evcilliğine rağmen görüntüsüyle, çıkardığı seslerle vahşi yaşamı temsil ediyor. Onun ölümü, aslında insanların yaşamını da düzlüyor. Her ne kadar Bud ele güne karşı kuştan biraz utansa da aslında onun varlığı düzlüğü aksatan bir şeydi ve ilginçti. İlginçlikse sararıp solan ömürlere can veren bir iksir. İnsanların hayatlarının çocukla, yaşam gailesiyle, bin bir kaygıyla yoğrulup birbirine benzer, neşesiz bir hal alması da bir tür ölüm.
Şu da var, yazarın çok sakınmadan gösterdiği: tüm bu evlilikler tavus kuşlarına, fedakârlıklara, düzeltilen dişlere vs. rağmen ve onlarla birlikte aslında hep aynı kapalı kutuya çıkar: aile. Jack ve Fran’in hoş bir birliktelikleri vardı, şakalaşıyor, konuşuyor, birbirlerini anlıyor, beğeniyorlardı. Peki ne oldu? Çocuklarıyla ilgili gerçek düşüncelerini bile birbirlerinden gizledikleri o kutunun içine girdiler.
Kuş evcilleşmiş bir yabani. O eski halinden eser kalmamış. Bağımlı, gülünç ve zavallı. Tek hayali eve girmek. İnsan da öyle. Bir sürü tutkudan, idealden, hayalden geriye çareyi bir eve sığınmakta bulan bir zamanların yabanisi kalıyor. Kuşun tüyleri hediye ediliyor ve bir başkası daha bu evcil yaşama katılmaya çağrılıyor.
Notos dergisi 91 de söyleşinizden sonra internette Günay Çetao Kızılırmak'ı arayınca bloğınuzu gördüm, Carver'in bu öyküsünü yorumladığınızı gördüm, Carver'in bu öyküsünü okudum çok beğendim, daha önce Carver'in bir öyküsünü okumamıştım, siz de güzel yorumlamışsınız gerçekten bravo:)
YanıtlaSilSağ olun. Ben de çok sevmiştim. :)
YanıtlaSil