Ana içeriğe atla

R. Carver'ın "Tüyler" Öyküsü Üzerine



Okuduklarım üzerine yazma alışkanlığım yok. Carver'ın Tüyler'ini (Can Yayınları, Ayça Sabuncuoğlu çevirisi) bir arkadaşımla üzerine konuşmak amacıyla okumuştum. O konuşmayı bir türlü yapamıyorduk. Ben de düşündüklerimi unutmamak için yazdım. Öyküyü okumamış biri bu yazıda heves kıracak detaylar bulacaktır.

R. Carver'ın Tüyler öyküsünün güçlü tarafı, bir dizi sıra dışılıkla basitliğin iç içe geçmiş olmasında sanırım. Hayatta da öyledir. Basit, sıradan olduğunu düşündüğün insanlar gayet "tuhaf" şeyler yapar/yaşarlar. Öyküde tuhaf olan, olağanüstü rahatsız edici tavus kuşuyla olağanüstü çirkin bebek değil sadece. Olla ve Bud’ın ilişkisi de öyle. Bud, Olla’nın tüm çarpık taraflarıyla barışmış - eski dişlerini televizyonun üzerinde sergilemesi, bir tavus kuşuna sahip olma hayali, kızaracak kadar utangaç ve aniden ölçüsüzce açılacak (dişlerini tırnağını vura vura göstermesi) kadar umursamaz olması, misafirlere rağmen kuşu eve alma ısrarı. Aslında birçok evli çiftin yaptığı bu: Her şeyi kabullenmek, her şeyle barışmak - en anormal gibi gelen şeylerden başlayarak...

Öykünün dumanlı, sisli tarafı, Fran ve Jack’in bu tekrarı olmayan akşam yemeğinden sonra geçirdikleri değişim. Oraya gelirken sıkıcı bir akşamı bir an önce geçiştirmekti niyetleri - özellikle Fran’in. Tavus kuşuyla karşılaştıkları andan itibaren yanıldıklarını yavaş yavaş anladılar. Nihayet akşam bittiğinde bunun hayatlarında bir dönüm noktası olduğunu düşündüler. Bekâr ya da çocuksuz çiftler, evli ve çocuklularda sahip olmadıkları bir şeyi görür. Bu çocuk ve onunla birlikte gelen bir tür kesinlik, devam, huzur imasıdır. Burada tuhaf olan, tavus kuşuna, çocuğun çirkinliğine ve ev sahiplerinin yer yer gerilimli, bağlılıktan çok birbirine dolanmışlığı düşündüren can sıkıcı ilişkisine rağmen Jack ve Fran’in (daha çok Fran'in) ister istemez bu yaşamdan etkilenmesi. Okur onların “lanet olsun, bu ne biçim bir hayat, asla onlar gibi olmayalım” diyeceklerini zannediyor. Jack’in o akşamı unutmamak istemesini ben önce buna yordum - “unutmayayım ki asla bir benzerini kurmayayım kendime”.  Oysaki o garip efsunun etkisi altında o da, Fran gibi. 


Tüm bunlar bana şunu düşündürüyor. İnsanlar evlenirken, çocuk yaparken, çeşitli ilişkilere ya da maceralara girerken aslında başlarını belaya soktuklarının az çok farkında oluyorlar ama belasız, olaysız geçen hayat onlara yavan geliyor. Bile bile lades. Çünkü çirkinler çirkini (veya güzeller güzeli, fark etmez) o yavruya sahip olmak, ona umutla bağlanmak, onun tavus kuşuyla belki absürt ama esasında hoş da sayılabilecek arkadaşlığını izlemek aslında insana cazip gelen bir şey. Öykünün başında diyor ya, “bebek sekiz aylık olmuştu, o sekiz ay nereye gitti?” O sekiz aylar geçip geçip gidiyor insanın ömründen - eğer zamanı bir şeye dönüştürmezsen. Çocuk zamanın ete kemiğe bürünmesi, boşa geçmemesi demek yaşlanan insan için.


Öykünün sonunda kuşun ölümü, ilişkilerin ve insanların yorulup birbirinden usanması vs… bunlar birbirine koşut şeyler. Kuş tüm evcilliğine rağmen görüntüsüyle, çıkardığı seslerle vahşi yaşamı temsil ediyor. Onun ölümü, aslında insanların yaşamını da düzlüyor. Her ne kadar Bud ele güne karşı kuştan biraz utansa da aslında onun varlığı düzlüğü aksatan bir şeydi ve ilginçti. İlginçlikse sararıp solan ömürlere can veren bir iksir. İnsanların hayatlarının çocukla, yaşam gailesiyle, bin bir kaygıyla yoğrulup birbirine benzer, neşesiz bir hal alması da bir tür ölüm.


Şu da var, yazarın çok sakınmadan gösterdiği: tüm bu evlilikler tavus kuşlarına, fedakârlıklara, düzeltilen dişlere vs. rağmen ve onlarla birlikte aslında hep aynı kapalı kutuya çıkar: aile. Jack ve Fran’in hoş bir birliktelikleri vardı, şakalaşıyor, konuşuyor, birbirlerini anlıyor, beğeniyorlardı. Peki ne oldu? Çocuklarıyla ilgili gerçek düşüncelerini bile birbirlerinden gizledikleri o kutunun içine girdiler. 


Kuş evcilleşmiş bir yabani. O eski halinden eser kalmamış. Bağımlı, gülünç ve zavallı. Tek hayali eve girmek. İnsan da öyle. Bir sürü tutkudan, idealden, hayalden geriye çareyi bir eve sığınmakta bulan bir zamanların yabanisi kalıyor. Kuşun tüyleri hediye ediliyor ve bir başkası daha bu evcil yaşama katılmaya çağrılıyor.




Yorumlar

  1. Notos dergisi 91 de söyleşinizden sonra internette Günay Çetao Kızılırmak'ı arayınca bloğınuzu gördüm, Carver'in bu öyküsünü yorumladığınızı gördüm, Carver'in bu öyküsünü okudum çok beğendim, daha önce Carver'in bir öyküsünü okumamıştım, siz de güzel yorumlamışsınız gerçekten bravo:)

    YanıtlaSil
  2. Sağ olun. Ben de çok sevmiştim. :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çehov'un "Martı" oyunundan, yazar Trigorin'in tiradı

Yazanların ve yazmaya çalışanların her daim yaşadığı ve yaşayacağı kâbusu çok güzel anlatan şu parçayı çevirmesem olmayacaktı. İlgilisine: Nina: Dünya ne acayip! Size nasıl imrendiğimi bir bilseniz! Herkesin alnına ayrı yazı yazılmış. Kimileri sıkıcı, silik ömürlerini doldurmaya bakar, hepsi de birbirine benzer bunların, hepsi mutsuzdur; kimilerininse, mesela sizin –ki siz milyonda birsiniz– bahtınıza renkli, parlak, anlam dolu bir hayat düşer… Çok şanslısınız. Trigorin: Ben mi? ( Omuzlarını silker. ) Hmm… Ünden söz ediyorsunuz, mutluluktan, aydınlık, renkli bir hayattan, bütün bu güzel sözcükler benim için –kusura bakmayın ama– hiç yemediğim bir marmelattan farksız. Tabii siz çok genç, çok iyisiniz daha. Nina: Muhteşem bir hayatınız var! Trigorin: Nesi muhteşemmiş benim hayatımın? ( Saatine bakar .) Şimdi gidip yazmam gerekiyor misal. Üzgünüm, hiç vaktim yok… ( Güler .) Nasıl derler, bam telime bastınız şimdi, heyecanlanıyorum, biraz da sinirleniyorum doğrusu. Madem öyle konuş

Richard Yates Öykülerinde Yalnızlık

Yalnızlığı soylu bir duygu ve durum olarak bellemiş biri için Yates’in öykülerindeki yalnızlık halleri ilkin biraz yadırgatıcı. Bu öykülerin methini Onur Çalı’dan (onun Sonra Hayat kitabından) duydum ve sonra beğenisine güvendiğim bir arkadaşım önerince alıp okudum. Doğrusu okuduğum en özel öykü kitaplarından biri bu. Yates öykülerindeki yalnızların hepsi sempatik değil, ama çoğunlukla mağdur ve bazen hastalar. Doktor Jack-o’-Lantern adlı öyküdeki sınıfa yeni gelen çocuğun hali mesela - ondan beklenen bir şekilde kendini sevdirmesi veya elinden gelmiyorsa uyum sağlayıp karışıp gitmesi akışa. Çocuk kendisini sevdirmeyi denemiyor değil ama beceremiyor işte. Mağduriyeti arttıkça ve yalnızlığı düğümleştikçe de saldırganlaşıyor. Zulüm görenin insansever değil zalimden daha zalim olması gibi doğal bir sonuç bu esasında.  İkinci öyküde ( Her Şeyin En İyisi ) Grace pek sevmediği biriyle evlenmek üzere olmanın yalnızlığında. Arkadaşı Martha’nın beğendiği türden havalı birileriyle