Ana içeriğe atla

Richard Yates Öykülerinde Yalnızlık



Yalnızlığı soylu bir duygu ve durum olarak bellemiş biri için Yates’in öykülerindeki yalnızlık halleri ilkin biraz yadırgatıcı. Bu öykülerin methini Onur Çalı’dan (onun Sonra Hayat kitabından) duydum ve sonra beğenisine güvendiğim bir arkadaşım önerince alıp okudum. Doğrusu okuduğum en özel öykü kitaplarından biri bu.


Yates öykülerindeki yalnızların hepsi sempatik değil, ama çoğunlukla mağdur ve bazen hastalar. Doktor Jack-o’-Lantern adlı öyküdeki sınıfa yeni gelen çocuğun hali mesela - ondan beklenen bir şekilde kendini sevdirmesi veya elinden gelmiyorsa uyum sağlayıp karışıp gitmesi akışa. Çocuk kendisini sevdirmeyi denemiyor değil ama beceremiyor işte. Mağduriyeti arttıkça ve yalnızlığı düğümleştikçe de saldırganlaşıyor. Zulüm görenin insansever değil zalimden daha zalim olması gibi doğal bir sonuç bu esasında. 


İkinci öyküde (Her Şeyin En İyisi) Grace pek sevmediği biriyle evlenmek üzere olmanın yalnızlığında. Arkadaşı Martha’nın beğendiği türden havalı birileriyle takılmayı deniyor, patronuyla birlikte oluyor (galiba) ve sonunda Ralph’le evlenmeye karar veriyor. Neden? Birçok nedeni var aslında, mesela kendi taşralı ailesini yoksul Ralph’le tanıştırırken utanmayacak… Ama bana öyle geliyor ki insan bazen de kendini bir uçuruma atmadan edemiyor, belki o derece, o uçurum kadar çaresiz hissettiği için... Bir dürtü bu insanlardaki. (Yoksa Grace öykünün sonunda kaçıp gitmez miydi?) Birlikte olabilecekleri bir gece, evlenmeden önce, Ralph kendisine hayal ettiği bavulu alan ve parti düzenleyen erkek arkadaşlarının yanına giderek Grace’i yalnız bıraktığında bir yalnızlık (hayatta yalnız olmak) biterken başka bir yalnızlık (birliktelikte yalnız olmak) başlıyor Grace için. İnsanın bir şeyden kurtulmaya çalıştıkça ayağına daha da dolaması gibi bu şeyi. (Burada yazdıklarımda bir çelişki varsa da bence hayatta da en az bu kadar çelişki vardır, diyerek paçamı sıyırmak istiyorum…)


Acı Falan Yok öyküsünde de tüberküloz kliniğinde yatan hasta koca değil, dışarıda onu aldatan karısı yalnız ve mağdur. Adam yıllardır bu klinikte ve ne zaman çıkacağı belirsiz, bu ayrı geçen yıllar onları birbirlerinden uzaklaştırmış. Kadın kötü olduğundan değil, zayıf olduğundan ve yalnızlık insanı devamlı daha da zayıf düşürdüğü için aldatıyor aslında. Başka bir tüberküloz yalnızlığı öyküsü daha var kitapta, sonlara doğru: Moruklara Elveda. Orada bu kez dışarıdakilerin değil içeridekilerin yalnızlığı sözün konusu. İçerideki adamlar, koca koca adamlar, dışarıdayken aile babası yahut saygın sayılan tipler içeride (yalnızlığa ve ölüme karşı) çocuk gibi, cevapsız, geleceksiz, sevgisiz ve biraz da özgürler. Çünkü yalnız ve yüksüzler, bunun da getirisi bir nebze özgürlük işte, dışarıya ait sorumluluklardan uzak, öleceklerse ölmeyi, yaşayacaklarsa daha az acı çekmeyi amaçlayarak devam ediyorlar zamana. 


Sonra Zora Doymam geliyor. Bana göre kitaptaki en iyi öykülerden biri. Biraz Rus edebiyatındaki küçük insan hikâyelerini, biraz da yeraltı adamını anımsattı. Hayatı başarısızlıklar üzerine kurulu ve en iyi başardığı şey bunu romantize etmek, yani başarısızlığının gözler önüne serildiği o ânı şık bir şekilde yaşamak olan biri - hemen sonra ecel terleri dökecek olsa da. Öykünün sonunda işten atıldığını karısına itiraf edişi bile bir tiyatroya dönüşüyor. Bu adamın yalnızlığı gerçekten iç acıtıcı çünkü anksiyeteye varan bir mağduriyeti var. Bu tiyatro, iyiymiş gibi davranma çabası hep bir dengede kalabilmek için. Karıma söylemem, yeni bir iş bulurum, diyor ama bir şeyi saklayabilecek durumda değil. Akşama kadar filan söylememesi oluyor tek kahramanlığı. Yine de o güzel bir biçimde yere yığılarak yenilmenin vahşi tadına doyuyor. Hayatta doyduğu bu oluyor yani. 


Köpekbalıklarıyla Boğuşan Adam’daki gayretli gazeteci, kendini kurnaz ve entelektüel sanan, yine sevimsiz bir tip. Ama evet yalnız - işini iyi yapmaya çalışmada, bir işi herkesten farklı olarak ciddiye alabilmede, zorba patronlara rağmen bir kariyer yapabileceğini düşünmede yalnız ve sonunda tekmeyi yiyor… Bu öykü aynı zamanda çok da komik. (Çoğu öykü komik aslında.) Son planı suya düştüğünde Sobel epeyce rezil de oluyor. Rezil olmuşluk yalnızlığın olmazsa olmaz bir parçası, başka öykülerde de görüyoruz bunu.


Yabancılarla Gülüp Eğlenmek öyküsünde yine bir sınıf ortamındayız. Bu defa renkli ve yumuşak bir öğretmenin rekabetinde renksiz ve sert bir öğretmen görüyoruz. Öğretmen kendi eğreti yalnızlığını öğrencilerine de bulaştırıyor, onları çeşitli şekillerde mahcup ederek. Bu öyküden kısa bir alıntıyla bitireceğim yazıyı. Yates öykülerinde mevzubahis edilen hastalıklı yalnızlık (gerçek hayatta da olduğu gibi) yakınlardan bir yerden yükselen kahkaha sesleriyle, başkalarının mutluluğuyla var oluyor biraz da:


İmla dersi başlıyordu, öğretmen kâğıt ve kalem çıkarmalarını söyledi. Yazmaları için teker teker hecelediği kelimeler arasındaki sessizlik anlarında, Bayan Cleary’nin sınıfından yükselen sesler duyuluyordu - kahkahalar, şaşkınlık nidaları havada uçuşuyordu. Ama minik hediye yığınının varlığı her şeyi yoluna koymuştu; çocuklar ona her baktıklarında utanacak bir şey olmadığını biliyorlardı artık. 


Yan sınıftakilere karşı utanmaktan onları kurtaracak bu küçük Noel hediyesi paketlerinden yine çok utanç verici bir şey çıkacak!


Ta ki utanmamayı öğrenene kadar hırpalayacak insanı hayat ya da ölene kadar.


Yorumlar

  1. Öykü okumayı da pek sevmediğimden olsa gerek hiç okumadığım bir yazar Yates ama yazdığınız öyküler çok ilginç, öykülerin isimleri de hoşmuş. Kitabı alıp okumaya karar verdim. Teşekkür ederim.

    "Yalnızlığı soylu bir duygu ve durum olarak bellemiş biri için" kısmına da yürekten katılıyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İyi bir başlangıç olabilir, öykü okumaya. Sevgiler. :)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çehov'un "Martı" oyunundan, yazar Trigorin'in tiradı

Yazanların ve yazmaya çalışanların her daim yaşadığı ve yaşayacağı kâbusu çok güzel anlatan şu parçayı çevirmesem olmayacaktı. İlgilisine: Nina: Dünya ne acayip! Size nasıl imrendiğimi bir bilseniz! Herkesin alnına ayrı yazı yazılmış. Kimileri sıkıcı, silik ömürlerini doldurmaya bakar, hepsi de birbirine benzer bunların, hepsi mutsuzdur; kimilerininse, mesela sizin –ki siz milyonda birsiniz– bahtınıza renkli, parlak, anlam dolu bir hayat düşer… Çok şanslısınız. Trigorin: Ben mi? ( Omuzlarını silker. ) Hmm… Ünden söz ediyorsunuz, mutluluktan, aydınlık, renkli bir hayattan, bütün bu güzel sözcükler benim için –kusura bakmayın ama– hiç yemediğim bir marmelattan farksız. Tabii siz çok genç, çok iyisiniz daha. Nina: Muhteşem bir hayatınız var! Trigorin: Nesi muhteşemmiş benim hayatımın? ( Saatine bakar .) Şimdi gidip yazmam gerekiyor misal. Üzgünüm, hiç vaktim yok… ( Güler .) Nasıl derler, bam telime bastınız şimdi, heyecanlanıyorum, biraz da sinirleniyorum doğrusu. Madem öyle konuş

R. Carver'ın "Tüyler" Öyküsü Üzerine

Okuduklarım üzerine yazma alışkanlığım yok. Carver'ın Tüyler 'ini (Can Yayınları, Ayça Sabuncuoğlu çevirisi) bir arkadaşımla üzerine konuşmak amacıyla okumuştum. O konuşmayı bir türlü yapamıyorduk. Ben de düşündüklerimi unutmamak için yazdım. Öyküyü okumamış biri bu yazıda heves kıracak detaylar bulacaktır. R. Carver'ın Tüyler öyküsünün güçlü tarafı, bir dizi sıra dışılıkla basitliğin iç içe geçmiş olmasında sanırım. Hayatta da öyledir. Basit, sıradan olduğunu düşündüğün insanlar gayet "tuhaf" şeyler yapar/yaşarlar. Öyküde tuhaf olan, olağanüstü rahatsız edici tavus kuşuyla olağanüstü çirkin bebek değil sadece. Olla ve Bud’ın ilişkisi de öyle. Bud, Olla’nın tüm çarpık taraflarıyla barışmış - eski dişlerini televizyonun üzerinde sergilemesi, bir tavus kuşuna sahip olma hayali, kızaracak kadar utangaç ve aniden ölçüsüzce açılacak (dişlerini tırnağını vura vura göstermesi) kadar umursamaz olması, misafirlere rağmen kuşu eve alma ısrarı. Aslında birçok evli çiftin yap