“DÜNYA ÇİRKİN, İNSANLAR KEDERLİ”
Ölümünün üzerinden geçen bir yıl içerisinde yokluğuna alışmış olmam
gerekirdi. Zaten öyle sık da görüşmezdik biz, en azından New York’tayken. Doğduğun şehirde
birine sokakta rastlayabilirsin, sinema kuyruğunda, iki-üç düzgün kafeden
birinde. Öyle de olurdu; tanıdıkların, ortak arkadaşların evlerinden,
bizi kapısından içeri soktukları birkaç derginin yazı işlerinden söz etmiyorum bile. Doğduğumuz şehirde,
civarları da dahil olmak üzere, edebiyatçının topoğrafyası basitti ve öyle
sanıyorum ki not defterlerimizdeki adres ve telefon numaralarının dörtte üçü
aynıydı. Yeni Dünya’daysa, karşılıklı çabalarımıza rağmen en iyi ihtimalle onda
birini denk düşürebilmişizdir. Buna rağmen yokluğuna alışamıyorum şimdi.
Belki varlığına da çok alışmamışımdır ben onun – hele ki yukarıda söylediklerim düşünüldüğünde?
Şahsım söz konusu olduğunda en beterinden şüphelenmeye meyilli oluşum bu soruya
olumlu yanıt vermemi zorunlu kılıyor. Neyse ki solipsizmin de sınırları var; yakın
bile olsa birinin yaşamı söz konusuysa işe yarayabilir bu, ama ölüm sizi
kendinize getirir. Hâlâ var olduğunu, sadece aramadığını ve yazmadığını düşünmek
ne kadar cazip, hatta inandırıcı gelse de — ne de olsa kitapları çıkmaya devam ediyor—
imkânsız: Yazar olmadan önce de tanıyordum ben onu çünkü.
Yazarlar, hele ki muhteşem yazarlar, nihayetinde ölmezler de; unutulurlar,
modaları geçer, tekrar yayımlanırlar. Kitap var olduğuna göre yazar da okurun
gözünde hep vardır. Okuma esnasında insan okuduğu şeye dönüşür ve yazarın bulunduğu
yer ve koşullar onu igilendirmez. Yazarın çağdaşı olduğunu öğrenmek hoşuna
gider tabii okurun ama değilse de çok üzülmez. Kişi başına düşen yazar sayısı, hatta
muhteşem yazar sayısı oldukça fazladır. En azından gerçekten değer verdiğiniz
insanların sayısından fazladır. Bununla birlikte, işte, insanlar ölür.
Rafa gidip bir kitabını alabilirim. Kapağında isminin tamamı var ama benim
için o hep Seryoja’ydı. Yazardan adıyla söz edilmez; yazar her zaman
soyadıdır, klasik bir eser yazmışsa – ismi ve baba adı. On-yirmi yıl sonra öyle
de olacaktır ama ben baba adını hiç bilmedim. Otuz yıl önce tanıştığımızda daha
ne kapaklar, ne edebiyat gündemimizdeydi. Seryoja ve İosif’tik; dahası sizli
bizliydik ve bu seviyeli-ironik, birbirini hafiften yabancılayan iletişim şeklini
ne alkol, ne kaderin abes oyunları değiştirebildi. Bundan sonra da hiçbir şey
değiştiremez.
Finlandiya Garı yakınlarında, beşinci kattaki bir dairede tanıştık. Ev
sahibi, Leningrad Devlet Üniversitesi Filoloji Bölümü öğrencisi bir gençti —
şimdilerde, Almanya’nın küçük bir kentinde, aynı adlı fakültede profesör.
Daire küçüktü ama alkolü boldu. 1959 yahut 60 yılı kışıydı, Seryoja da ben de
Peski taraflarındaki kısa saçlı, alımlı bir kaleyi fethetmeye çalışıyorduk. Burada açıklayamayacağım
kadar acayip nedenlerden ötürü kısa süre sonra ablukayı kaldırıp Orta Asya’ya
gitmem gerekti. İki ay sonra döndüğümde kalenin düşmüş olduğunu gördüm.
Upuzun boyuna baktığımda, tıknaz, fersiz gerçekliğimizle çok başka türlü bir ilişki içinde olmalı diye düşünürdüm hep. Uzaktan hemen fark edilirdi, hele
şehrimizin kusursuz perspektifini hesaba katarsak – her
tür yapının içinde ister istemez ilgi odağı olurdu.
Bundan bir nebze bunaldığını düşünüyorum, özellikle de gençliğinde; hareketleri
ve konuşmasında sanki fiziksel fazlalığını mazur göstermeye ve affettirmeye
çalışan alaycı bir nezaket vardı. Sonraları biraz da bu yüzden yazıya merak
sarmış olmalı: Olup bitenlerin absürde yakın aykırılığına dair sezgisi
–bilincinin gerek içinde, gerekse dışında– kaleminden çıkan neredeyse her şeye sinmiştir.
Öte yandan kılığının istisnailiği onu dış görünüşüne fazla özenme
mecburiyetinden kurtarıyordu. Ömrü boyunca, ben onu bildim bileli, hep aynı saç
modeliyle gezdi: Ne uzun saçlı hatırlarım onu, ne sakallı. Eksiksiz bir silueti
vardı ki sarışınlardan çok kumrallarda rastlanır bu özellliğe: Siyah saçlı biri aynada
bile daha somuttur. Filoloji'deki kızlar ondan “bizim Arap” diye bahsederdi –
Seryoja o zamanlar ekranlarımızda yeni yeni beliren Ömer Şerif’i andırırdı
çünkü. Bense onu hep biraz İmparator Petro’ya benzetirdim – gerçi yüzünde Petro’daki
kediyi andıran ifadeden eser yoktu – zira şehrimizin perspektifi (bana öyle
gelirdi) o yorulmak bilmeden yürüyen verstin[1] anısını saklar ve birisi zaman
zaman havada ondan kalan boşluğu doldurmalıdır.
Sonra ortalıkta görünmez oldu Seryoja çünkü askere gitti. Oradan dönmesi Tolstoy'un Kırım'dan dönmesine benzedi, bir tomar öykü ve bakışlarında bir sersemlikle çıkagelmişti. Ne diye bana getirdi öykülerini pek anlam veremedim, zira şiir yazıyordum ben. Hem iki yaş da büyüktüm ondan ki gençlikte iki yaş fevkalade önemli bir farktır: Lise alışkanlıkları, üst sınıf kompleksi belli eder kendini; hele bir de şiir yazıyorsanız, düz yazı yazana göre daha da üst sınıftan sayılırsınız. Bu âdetleri bildiği halde öykülerini bir de daha daha üst sınıftan olan Nayman'a gösteriyordu. O zamanlar bizden az çekmedi: Buna rağmen ikimize de öykü okutmaktan vazgeçmedi çünkü yazmaya devam ediyordu. Şiir yazanlara karşı bu tavrı ömrü boyunca hiç değişmedi. O yıllarda yaptığımız genellikle tepeden-alaycı yorumların ona ne faydası vardı doğrusu bilemiyorum. Kesin olan tek bir şey var – düz yazının şiirle ölçülmesi gerektiğine dair bilinçaltına ait bir his yönlendiriyordu onu. Bunun ardında da kuşkusuz daha büyük bir şey vardı: Kendi ruhundan daha kusursuz ruhların olduğuna dair bir tahayyül. Biz bu rolü oynamaya layık mıydık değil miydik bilmem, herhalde değildik; fakat önemli olan bu tahayyülün ondaki varlığıydı; nihayetinde kimsenin zararlı çıkmadığını düşünüyorum.
Şimdi geriye dönüp bakınca, yazıda şiire has o icaza, özlülüğe meylettiğini anlıyorum: Olası en yoğun ifadeyi yakalamaya. Rusçada kendini bu şekilde ifade eden kişi üslubunun bedelini hep ağır ödemiştir. Biz lafı uzatmayı, dolandırmayı seven milletiz; yan tümcelerin, sıfat girdaplarının insanlarıyız. Kısa konuşan, hele ki kısa yazan, fazla söze düşkün bizlerin cesaretini kırar, adeta itibarını zedeler. Muhatabımız, genel olarak insan ilişkileri ağır gelir, ölü bir yüke dönüşür – muhatabın kendisi bunu ilk hisseden olur. Frekansınıza geçmeye çalışsa bile uzun süre dayanamaz.
Gerçekliğin edebiyat tarafından önerilen standartlara bağımlılığı son derece ender rastlanan bir olgudur. Çok daha sık görülen, gerçekliğin kendisini edebiyata dayatmasıdır. Yazar yalnızca hikâyeler, yaşamdan kesitler vs. aktaran bir anlatıcıysa çok daha kolaydır işi. Böyle bir anlatıdan bir parçayı kesip çıkarmak, konuyu budamak, olayların sıralamasıyla oynamak, kahramanların ve yerlerin adlarını değiştirmek her zaman mümkündür. Fakat yazar üslupçuysa, yalnızca eserlerini değil, gündelik yaşamını da etkileyecek o felaket kaçınılmazdır.
Seryoja her şeyden önce büyük bir üslupçuydu. Öyküleri daha ziyade cümlenin ritmi, yazar sesinin ahengi üzerine kuruludur. Şiir gibi yazılmışlardır: Olay örgüsü onlarda ikincildir, söz için bahanedir. Anlatıdan çok şarkıdır bu ve böyle bir ses ve kulağa sahip birisi için muhatap ve düet çok uzak bir ihtimaldir. Muhatap, dilinin dolandığını hisseder ve öyle de olur. Yaşam hakikaten daktiloda soloya dönüşür, zira yazarın içindeki insan er ya da geç insanın içindeki yazarın hükmü altına girer, olay örgüsünün değil, üslubun hükmü altına.
Yumuşak ve samimi mizacına rağmen çevreyle ve özellikle edebiyat çevreleriyle uyumsuzluğu kaçınılmaz ve aşikârdı. Yazar, daha evvel var olmamış ve tarif edilmemiş bir bilinç türü ve dünya algısı kurduğu için yaratıcı'dır. Gerçekliği yansıtır ama ayna gibi değil, çarptığı bir nesne olarak; Seryoja bunu yaparken bir de gülümsüyordu. Öykülerindeki insan, Rus edebiyat geleneğine denk düşmeyen ve elbette son derece otobiyografik bir insandı. Bu insan, gerçekliği ya da kendi kendisini haklı çıkarmaya çalışmaz, gerçeklikten yaka silker: Odadan çıkıp gider, onu düzenlemeye ya da onda derin bir anlam, tanrısal bir sır görmeye çalışmaz.
Odadan çıkıp da nereye gittiği -–meyhaneye mi, dünyanın bir ucuna mı, uzak diyarlara mı– en son merak edilecek şeydir. Bu yazar başına gelenleri dramatize etmez çünkü dram onu tatmin etmez: Ne fiziksel ne de psikolojik olarak. Öncelikle Rus edebiyatının trajik geleneğinden (her daim süredurumun soylu adı olan) ve beraberinde onun avutucu yüce fikrinden el çektiği için büyüktür. Kalemi, anlattığı koşulların tüm çıkışsızlığına rağmen alaycı ve ölçülüdür. Edebi kökenlerinden, esin kaynaklarından vs. söz açmak manasızdır, zira yazar gücünü topraktan alan ağaçtır. Yalnızca, en sevdiği yazarlardan birinin Sherwood Anderson olduğunu söyleyebilirim. Seryoja onun "Anlatıcının Hikâyesi'ni" gözünden bile sakınırdı.
Okuması kolaydır onu. Dikkat talep etmez, insan doğasına dair yargı ya da gözlemlerinde ısrarcı değildir, kendisini okura dayatmaz. Kitaplarını ortalama üç-dört saat kesintisiz okuya okuya yutardım ben: Çünkü tam da bu rahat halinden kopmaktı zor olan. Kısa ve uzun öyküleri karşısındaki değişmez tepkim şükrandı: İddiasızlığına, meselelere olgun bakışına, her paragrafta kendini duyuran sağduyusunun usul müziğine. Seryoja'nın tonlaması okura ölçülü olmayı öğretir ve üzerinde ayıltıcı bir etki yapar: Siz o olursunuz ve bu, bir yazarın çağdaşına –gelecek nesillerden söz etmiyorum bile– önerebileceği en iyi terapidir doğrusu.
Memleketinde başarısız olması tesadüf değildir ama geçicidir bana kalırsa. Amerikalı okurların beğenisini kazanması da aynı ölçüde doğaldır ve öyle sanıyorum ki kalıcıdır bu başarı. Tercümesi nispeten kolaydır, cümle yapısı çevirmenin tekerine çomak sokmaz. Yine de, demokratik toplumlarda yaşayan her bireyin sezeceği o duygu oynamıştır esas rolü: Kendisine kurban etiketi yapıştırılmasına izin vermeyen, istisnailik kompleksinden azade tek bir insanın duygusu. Bu insan, eşitleriyle eşitlerden söz eder: İnsanlara tepeden değil, sanki dışarıdan bakar. Eserlerinin başına –şayet günün birinde toplu olarak basılırlarsa– hiç çekinmeden Amerika'nın müthiş şairi Wallace Stevens'in bir dizesi epigraf olarak iliştirilebilir: "Dünya çirkin, insanlar kederli". Bu dize onlara içerik itibariyle uyar, Seryoja'nın kaleminden çıkmış gibidir.
Amerikan yazarı olmaya çalıştığını, "etkilere maruz kaldığını", Amerika'da kendisini ve yerini bulduğunu düşünmek yanlıştır. Bu yanlış bir tespitti ve mesele bu değildi. Seryoja, bireysellik fikrini ve insan varlığının özerkliği prensibini kimsenin hiçbir yerde ciddiye almadığı kadar ciddiye almış bir neslin üyesiydi. Olayın iç yüzünü bilerek söylüyorum bunu, zira ben de o nesle ait olmanın onurunu –büyük ve kederli onurunu– taşıyorum. Bu fikir, Melville ve Withman'la başlayıp Faulkner ve Frost'a uzanan Amerikan edebiyatının dışında hiçbir yerde daha bütünlüklü ve açık şekilde işlenmemiştir. İsteyenler buna Amerika sinemasını da ekleyebilirler. Başkaları, bu bağlılığımızı içinde büyüdüğümüz kolektivizmin boğucu iklimiyle de açıklayabilir. Kulağa inandırıcı gelir bu açıklama ya, gerçekliğe denk düşmez.
Bireycilik fikri; kendi başına, belirli bir mesafede ve saf haliyle insan fikri bize aittir. Fiziksel olarak gerçekleşmesi ihtimali küçücüktü, belki yoktu bile. Mekansal yer değiştirme, hele ki Melville'in, Withman'ın, Faulkner ve Frost'un bulunduğu yere geçişimiz söz konusu dahi olamazdı. İhtimal doğduğunda ise birçoğumuz için bunu gerçekleştirmek olanaksız hale gelmişti: Bu fikrin fiziksel olarak hayata geçirilmesine artık ihtiyacımız kalmamıştı. Zira bireycilik bizim için sahiden de bir fikirdi; soyut, metafizik bir kategoriydi hatta. Bu açıdan bizler zihnimizde ve kâğıt üzerinde çok daha fazla özerklik kazanmıştık, herhangi bir yerde somut olarak elde edebileceğimizden. Bu açıdan ABD halkının çoğunluğundan çok daha fazla "Amerikalı" olduğumuzu gördük; en iyi ihtimalle, kaderin bir cilvesiyle içine düştüğümüz toplumun prensip ve kurumlarında "yüzlerimizi" tanımak düştü payımıza.
Sonra ortalıkta görünmez oldu Seryoja çünkü askere gitti. Oradan dönmesi Tolstoy'un Kırım'dan dönmesine benzedi, bir tomar öykü ve bakışlarında bir sersemlikle çıkagelmişti. Ne diye bana getirdi öykülerini pek anlam veremedim, zira şiir yazıyordum ben. Hem iki yaş da büyüktüm ondan ki gençlikte iki yaş fevkalade önemli bir farktır: Lise alışkanlıkları, üst sınıf kompleksi belli eder kendini; hele bir de şiir yazıyorsanız, düz yazı yazana göre daha da üst sınıftan sayılırsınız. Bu âdetleri bildiği halde öykülerini bir de daha daha üst sınıftan olan Nayman'a gösteriyordu. O zamanlar bizden az çekmedi: Buna rağmen ikimize de öykü okutmaktan vazgeçmedi çünkü yazmaya devam ediyordu. Şiir yazanlara karşı bu tavrı ömrü boyunca hiç değişmedi. O yıllarda yaptığımız genellikle tepeden-alaycı yorumların ona ne faydası vardı doğrusu bilemiyorum. Kesin olan tek bir şey var – düz yazının şiirle ölçülmesi gerektiğine dair bilinçaltına ait bir his yönlendiriyordu onu. Bunun ardında da kuşkusuz daha büyük bir şey vardı: Kendi ruhundan daha kusursuz ruhların olduğuna dair bir tahayyül. Biz bu rolü oynamaya layık mıydık değil miydik bilmem, herhalde değildik; fakat önemli olan bu tahayyülün ondaki varlığıydı; nihayetinde kimsenin zararlı çıkmadığını düşünüyorum.
Şimdi geriye dönüp bakınca, yazıda şiire has o icaza, özlülüğe meylettiğini anlıyorum: Olası en yoğun ifadeyi yakalamaya. Rusçada kendini bu şekilde ifade eden kişi üslubunun bedelini hep ağır ödemiştir. Biz lafı uzatmayı, dolandırmayı seven milletiz; yan tümcelerin, sıfat girdaplarının insanlarıyız. Kısa konuşan, hele ki kısa yazan, fazla söze düşkün bizlerin cesaretini kırar, adeta itibarını zedeler. Muhatabımız, genel olarak insan ilişkileri ağır gelir, ölü bir yüke dönüşür – muhatabın kendisi bunu ilk hisseden olur. Frekansınıza geçmeye çalışsa bile uzun süre dayanamaz.
Gerçekliğin edebiyat tarafından önerilen standartlara bağımlılığı son derece ender rastlanan bir olgudur. Çok daha sık görülen, gerçekliğin kendisini edebiyata dayatmasıdır. Yazar yalnızca hikâyeler, yaşamdan kesitler vs. aktaran bir anlatıcıysa çok daha kolaydır işi. Böyle bir anlatıdan bir parçayı kesip çıkarmak, konuyu budamak, olayların sıralamasıyla oynamak, kahramanların ve yerlerin adlarını değiştirmek her zaman mümkündür. Fakat yazar üslupçuysa, yalnızca eserlerini değil, gündelik yaşamını da etkileyecek o felaket kaçınılmazdır.
Seryoja her şeyden önce büyük bir üslupçuydu. Öyküleri daha ziyade cümlenin ritmi, yazar sesinin ahengi üzerine kuruludur. Şiir gibi yazılmışlardır: Olay örgüsü onlarda ikincildir, söz için bahanedir. Anlatıdan çok şarkıdır bu ve böyle bir ses ve kulağa sahip birisi için muhatap ve düet çok uzak bir ihtimaldir. Muhatap, dilinin dolandığını hisseder ve öyle de olur. Yaşam hakikaten daktiloda soloya dönüşür, zira yazarın içindeki insan er ya da geç insanın içindeki yazarın hükmü altına girer, olay örgüsünün değil, üslubun hükmü altına.
Yumuşak ve samimi mizacına rağmen çevreyle ve özellikle edebiyat çevreleriyle uyumsuzluğu kaçınılmaz ve aşikârdı. Yazar, daha evvel var olmamış ve tarif edilmemiş bir bilinç türü ve dünya algısı kurduğu için yaratıcı'dır. Gerçekliği yansıtır ama ayna gibi değil, çarptığı bir nesne olarak; Seryoja bunu yaparken bir de gülümsüyordu. Öykülerindeki insan, Rus edebiyat geleneğine denk düşmeyen ve elbette son derece otobiyografik bir insandı. Bu insan, gerçekliği ya da kendi kendisini haklı çıkarmaya çalışmaz, gerçeklikten yaka silker: Odadan çıkıp gider, onu düzenlemeye ya da onda derin bir anlam, tanrısal bir sır görmeye çalışmaz.
Odadan çıkıp da nereye gittiği -–meyhaneye mi, dünyanın bir ucuna mı, uzak diyarlara mı– en son merak edilecek şeydir. Bu yazar başına gelenleri dramatize etmez çünkü dram onu tatmin etmez: Ne fiziksel ne de psikolojik olarak. Öncelikle Rus edebiyatının trajik geleneğinden (her daim süredurumun soylu adı olan) ve beraberinde onun avutucu yüce fikrinden el çektiği için büyüktür. Kalemi, anlattığı koşulların tüm çıkışsızlığına rağmen alaycı ve ölçülüdür. Edebi kökenlerinden, esin kaynaklarından vs. söz açmak manasızdır, zira yazar gücünü topraktan alan ağaçtır. Yalnızca, en sevdiği yazarlardan birinin Sherwood Anderson olduğunu söyleyebilirim. Seryoja onun "Anlatıcının Hikâyesi'ni" gözünden bile sakınırdı.
Okuması kolaydır onu. Dikkat talep etmez, insan doğasına dair yargı ya da gözlemlerinde ısrarcı değildir, kendisini okura dayatmaz. Kitaplarını ortalama üç-dört saat kesintisiz okuya okuya yutardım ben: Çünkü tam da bu rahat halinden kopmaktı zor olan. Kısa ve uzun öyküleri karşısındaki değişmez tepkim şükrandı: İddiasızlığına, meselelere olgun bakışına, her paragrafta kendini duyuran sağduyusunun usul müziğine. Seryoja'nın tonlaması okura ölçülü olmayı öğretir ve üzerinde ayıltıcı bir etki yapar: Siz o olursunuz ve bu, bir yazarın çağdaşına –gelecek nesillerden söz etmiyorum bile– önerebileceği en iyi terapidir doğrusu.
Memleketinde başarısız olması tesadüf değildir ama geçicidir bana kalırsa. Amerikalı okurların beğenisini kazanması da aynı ölçüde doğaldır ve öyle sanıyorum ki kalıcıdır bu başarı. Tercümesi nispeten kolaydır, cümle yapısı çevirmenin tekerine çomak sokmaz. Yine de, demokratik toplumlarda yaşayan her bireyin sezeceği o duygu oynamıştır esas rolü: Kendisine kurban etiketi yapıştırılmasına izin vermeyen, istisnailik kompleksinden azade tek bir insanın duygusu. Bu insan, eşitleriyle eşitlerden söz eder: İnsanlara tepeden değil, sanki dışarıdan bakar. Eserlerinin başına –şayet günün birinde toplu olarak basılırlarsa– hiç çekinmeden Amerika'nın müthiş şairi Wallace Stevens'in bir dizesi epigraf olarak iliştirilebilir: "Dünya çirkin, insanlar kederli". Bu dize onlara içerik itibariyle uyar, Seryoja'nın kaleminden çıkmış gibidir.
Amerikan yazarı olmaya çalıştığını, "etkilere maruz kaldığını", Amerika'da kendisini ve yerini bulduğunu düşünmek yanlıştır. Bu yanlış bir tespitti ve mesele bu değildi. Seryoja, bireysellik fikrini ve insan varlığının özerkliği prensibini kimsenin hiçbir yerde ciddiye almadığı kadar ciddiye almış bir neslin üyesiydi. Olayın iç yüzünü bilerek söylüyorum bunu, zira ben de o nesle ait olmanın onurunu –büyük ve kederli onurunu– taşıyorum. Bu fikir, Melville ve Withman'la başlayıp Faulkner ve Frost'a uzanan Amerikan edebiyatının dışında hiçbir yerde daha bütünlüklü ve açık şekilde işlenmemiştir. İsteyenler buna Amerika sinemasını da ekleyebilirler. Başkaları, bu bağlılığımızı içinde büyüdüğümüz kolektivizmin boğucu iklimiyle de açıklayabilir. Kulağa inandırıcı gelir bu açıklama ya, gerçekliğe denk düşmez.
Bireycilik fikri; kendi başına, belirli bir mesafede ve saf haliyle insan fikri bize aittir. Fiziksel olarak gerçekleşmesi ihtimali küçücüktü, belki yoktu bile. Mekansal yer değiştirme, hele ki Melville'in, Withman'ın, Faulkner ve Frost'un bulunduğu yere geçişimiz söz konusu dahi olamazdı. İhtimal doğduğunda ise birçoğumuz için bunu gerçekleştirmek olanaksız hale gelmişti: Bu fikrin fiziksel olarak hayata geçirilmesine artık ihtiyacımız kalmamıştı. Zira bireycilik bizim için sahiden de bir fikirdi; soyut, metafizik bir kategoriydi hatta. Bu açıdan bizler zihnimizde ve kâğıt üzerinde çok daha fazla özerklik kazanmıştık, herhangi bir yerde somut olarak elde edebileceğimizden. Bu açıdan ABD halkının çoğunluğundan çok daha fazla "Amerikalı" olduğumuzu gördük; en iyi ihtimalle, kaderin bir cilvesiyle içine düştüğümüz toplumun prensip ve kurumlarında "yüzlerimizi" tanımak düştü payımıza.
Bu toplum da belirli bir ölçüde
kendisini tanıdı bizde, Seryoja’nın kitaplarının Amerikan okurları nezdinde başarısı bununla açıklanabilir. “Başarı” lafı aslında pek de uygun düşmüyor; o
ve ailesinin iki yakalarını bir araya gelmezdi. Edebiyat
gündelikçisiydi o ve rezil bir ücret karşılığında yapıyordu bu işi, hele ki sürgünde.
“Başarı” derken kastettiğim, Hollywood’la imzaladığı sözleşmeler ya da gayrimenkul
miktarı filan değil, çevirilerinin çevirileri ülkenin en iyi dergileri ve
yayın evlerinde yayımlanıyordu, demek istiyorum. Her şeye rağmen yaşadığı, profesyonel
bir edebiyatçının gerçek, dürüst ve en nihayetinde korkunç yaşamıydı ve hiçbir
zaman şikayet ettiğini duymadım. Hollywood’la sözleşmesi yok diye pek
hayıflandığını zannetmem, olsa olsa Mosfilm’le anlaşamadığına üzüldüğü kadar
üzülmüştür.
Bir insan böyle erken ölüp gittiğinde onun
ya da çevresindekilerin bir şeyleri yanlış yapıp yapmadıkları sorgulanır. Bu,
acıdan, kaybın yol açtığı dehşet verici acıdan korunmaya çalışmanın doğal bir
yoludur. Oysa bana kalırsa acıdan kaçınmaya gerek yok, mümkün de değil bu.
Başka türlü bir hayatı olabileceğine dair akıl yürütmeler, başka türlü
yaşamanın yolunu bulamamış birisi için nihayetinde aşağılayıcı. Seryoja’nın başka
türlü bir hayatı olamazdı bence; sadece sonu farklı, daha az dehşet verici olabilirdi diye düşünüyorum. Böyle kabusa benzer bir sonu o bile yazamazdı:
Boğucu bir yaz günü Brooklyn’de bir ambulans, boğazından kan fışkırıyor,
yanında hasta bakıcı sıfatıyla Porto Rikolu iki salak. Yazamazdı ama öngöremeyeceğinden
değil, aşırı güçlü efektlerden hoşlanmadığı için.
Tekrar
ediyorum, acıdan kaçınmaya çalışmak boşa. Belki de sizi ezip geçmesine izin
vermek en iyisi – en azından başa gelenin ağırlığıyla orantılı bir seçenek
bu. Sonunda kalkıp da dik durmayı başarırsanız, kaybettiğiniz kişinin anısı
da sizinle birlikte doğrulur. Onun anısı dik durmanıza yardım edecektir zaten.
Seryoja’yı yalnızca yazar olarak tanıyanlar için herhalde daha kolay olacaktır bu; onu hem yazar hem insan
olarak tanıyan bizlerin işi ise daha zor çünkü bizler ikisini
de kaybettik. Fakat ayağa kalkmayı başarabilirsek onu daha uzun süre
hatırlayabileceğiz – hayata aldığından çok daha fazlasını vermiş biri olarak
hatırlayabileceğiz.
İosif
Brodski. Seryoja Dovlatov hakkında. “Zvezda” Dergisi, Sayı 2, 1992.
[1] 1,06 km’ye
denk eski Rus uzunluk birimi. Burada Petro ve onun kurduğu Petersburg’u ifade
ediyor.
Yorumlar
Yorum Gönder