Ana içeriğe atla

İosif Brodski'den üç şiir




Rus şair, yazar, çevirmen İosif Aleksandroviç Brodski 1940-1996 yılları arasında yaşadı. Brodski, savaş sonrası Leningrad’ında doğdu ve büyüdü. Yedinci sınıftan sonra iş hayatına atıldı: bir morgda, bir kazan dairesinde çalıştı, babası gibi fotoğrafçılık yaptı. Aynı zamanda jeolog olan Brodski Uzak Doğu’da küçük bir uranyum yatağı keşfetti. 60’lı yılların başında şiirlerini kendine has tarzıyla okuduğu Leningrad edebiyat toplantılarında adını duyurdu. 1961’de Anna Ahmatova’yla tanıştı, ondan ilham aldı, ama şiirlerinde daha çok Marina Tsvetayeva’nın etkisinden söz edilir. Yine 60’ların başlarında Nikita Hruşov’un hedef gösterdiği “tembel” genç edebiyatçılardan biri de Brodski oldu. 1963 ve 64 yıllarında iki kez tutuklandı. Asalaklıkla suçlanıyordu. Mahkemede neden asalaklık ettiği, neden çalışmadığı sorulduğunda suçlamaları reddetti, şiir yazdığını söyledi. Nihayet Leningrad’dan 5 yıllığına uzaklaştırılmasına karar verildiğinde, aralarında Dmitri Şostakoviç, Samuil Marşak, Aleksandr Tvardovski ve Jean-Paul Sartre’ın da bulunduğu birçok aydın Brodski’nin bu süre dolmadan dönmesi için çabaladılar. 1965 yılında Brodski Leningrad’a döndü. 1972 yılında yeni kovuşturmalara uğramak istemiyorsa ülkeyi terk etmesi istenince Viyana’ya yerleşti. Sovyet vatandaşlığından çıkarıldı. Ardında tüm ailesini, sevdiği kadını ve oğlunu bıraktı. Daha sonra Michigan Üniversitesi’nde konuk edebiyatçı olarak çalışmaya başladı ve 1977’de Amerikan vatandaşı oldu. ABD’de birçok şiir kitabı yayımlandı ama Batı’da şairliğinden ziyade İngilizce yazdığı denemeleriyle tanındı. 1987 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. 1990 yılında Rus kökenli İtalyan Maria Sozzanni ile evlendi. 1996 yılında yaşamını kaybetti. Venedik’te toprağa verildi.

 

 

 

Odadan çıkma, yapma sakın bu hatayı.

Tüttürdüğün Şipka[1] iken, ne yapacaksın Güneş’i[2] sen?

Kapının ardı anlamsız – hele ki şu sevinç nidası.

Helaya gitsen yeter de artar ve bir an önce dön geri gel.

 

Ah, çıkma odadan, çağırma motor[3] filan.

Çünkü mekân dediğin anca koridordan yapılma

ve sayaca varınca biter. Ve girerse canlı bir bayan

koca ağzını ayırarak odaya, hiç soymadan onu yolla.

 

Odadan çıkma; cereyanda kalmışsın farz et ki.

Duvar ile iskemleden acayip şu dünyada ne var?

Her nasılsan o şekilde, üstüne sakatlanıp illa ki

Döneceğin bir yerden uzaklaşmak neye yarar?

 

Ah, çıkma odadan. Oyna, yakalayınca bir Bossa Nova

Çıplak vücudunda palto, yalınayağında pabuçlar.

Lahana ve kayak mumu kokuları sinmiş sofaya.

Ne de çok harf yazdın; bi’tane daha ekleme, fazla.


Odadan çıkma. Bırak sadece oda bilsin

nasıl göründüğünü. Ve zaten incognito

ergo sum, dediği gibi biçime şevkle tözün.

Çıkma odadan! Dışarısı Fransa değil ne de olsa.


Aptal olma! Başkalarının olmadığı bir şey ol.

Odadan çıkma! Çöz mobilyayı zincirlerinden,

yüzün duvar kağıdına karışsın. Kilitle kendini, kur barikatı

saklan kronostan, kosmostan, erostan, soydan, virüsten.

 

 

*

 

 

Bana artık gitmeniz gerek diyorlar.

Tabii-tabii. Teşekkürler. Toplanıyorum.

Tabii-tabii. Anlıyorum. Uğurlamalar

Gereksiz, kaybolmam, zannetmiyorum.

 

Ah, yok canım, yolunuz uzun diyorsunuz.

Нakınlardaki şu küçük istasyondan,

Ah, hayır, gerek yok. Zahmet ediyorsunuz.

Elim kolum boş, yok bavulum falan filan.

 

Tabii-tabii. Gitme vakti. Teşekkürler.

Tabii-tabii. Vakit geldi. Herkesçe malum.

Zemheride sevinçsiz bir şafak söker,

Ağaçlarca yükselir üstünde yurdumun.

 

Her şey bitti, karşı koyacak değilim.

Avucunuzu sıkayım da – elveda.

İyileştim ben. Evet, artık gitmeliyim.

Tabii-tabii. Ayrılığa şükranla.

 

Taksici, bana ülkemi gezdir,

Hani adresi unutmuşum farz et ki,

Sesi soluğu kesilmiş tarlalara eriştir,

Gidiciyim memleketten bildiğin gibi.

 

Adresi unutmuşum gibi güya:

Buğulanan cama başımı dayarım,

Koyuveririm sevdiğim o nehre varınca,

gözyaşımı, kayıkçıyı çağırırım.

 

Her şey bitti. Mahal yok aceleye.

Dönebilirsin yavaş yavaş, eh ama lütfen,

Göğe bakacağım ben ve dolduracağım içime

Serin rüzgârları başka kıyılardan esen.

 

Şu nicedir beklenen taşınma.

Sıkma canını artık, bas gitsin gaza.

Sen girdiğinde apartmana yurdumda,

Demirlemiş olacağım ben eğimli bir kıyıya.

 

*

 

Sıskaydı, yoluk ve sarı,

Kir çöp orasında burasında.

Paslı çatılarda gezer tozardı,

Geceleyin pineklerdi bodrumlarda.

 

Yaşlıydı ve çok kuvvetsiz,

Ve ayazlar bazı acımasızca.

Donardı patileri, patileri,

Ayağı insanın nasıl donarsa.

 

Ama onu hiç ısıtmazlardı,

Okşamazlardı, doyurmazlardı.

Çünkü ona hiç acımazlardı.

Çünkü onu sevmezlerdi hiç.

 

Dökülmüş çünkü dişleri.

Çünkü kulakları çıbanlı.

Neden kimse sevmez çirkinleri.

Birileri çirkinleri sevmeli.



[1] Ucuz Bulgar sigarası markası

[2] Başka bir Bulgar sigarası

[3] Rusça argoda taksi.


Not: Bu şiirler ve Brodski özgeçmişi Virüs Dergisi'nde yayımlandı. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çehov'un "Martı" oyunundan, yazar Trigorin'in tiradı

Yazanların ve yazmaya çalışanların her daim yaşadığı ve yaşayacağı kâbusu çok güzel anlatan şu parçayı çevirmesem olmayacaktı. İlgilisine: Nina: Dünya ne acayip! Size nasıl imrendiğimi bir bilseniz! Herkesin alnına ayrı yazı yazılmış. Kimileri sıkıcı, silik ömürlerini doldurmaya bakar, hepsi de birbirine benzer bunların, hepsi mutsuzdur; kimilerininse, mesela sizin –ki siz milyonda birsiniz– bahtınıza renkli, parlak, anlam dolu bir hayat düşer… Çok şanslısınız. Trigorin: Ben mi? ( Omuzlarını silker. ) Hmm… Ünden söz ediyorsunuz, mutluluktan, aydınlık, renkli bir hayattan, bütün bu güzel sözcükler benim için –kusura bakmayın ama– hiç yemediğim bir marmelattan farksız. Tabii siz çok genç, çok iyisiniz daha. Nina: Muhteşem bir hayatınız var! Trigorin: Nesi muhteşemmiş benim hayatımın? ( Saatine bakar .) Şimdi gidip yazmam gerekiyor misal. Üzgünüm, hiç vaktim yok… ( Güler .) Nasıl derler, bam telime bastınız şimdi, heyecanlanıyorum, biraz da sinirleniyorum doğrusu. Madem öyle konuş

R. Carver'ın "Tüyler" Öyküsü Üzerine

Okuduklarım üzerine yazma alışkanlığım yok. Carver'ın Tüyler 'ini (Can Yayınları, Ayça Sabuncuoğlu çevirisi) bir arkadaşımla üzerine konuşmak amacıyla okumuştum. O konuşmayı bir türlü yapamıyorduk. Ben de düşündüklerimi unutmamak için yazdım. Öyküyü okumamış biri bu yazıda heves kıracak detaylar bulacaktır. R. Carver'ın Tüyler öyküsünün güçlü tarafı, bir dizi sıra dışılıkla basitliğin iç içe geçmiş olmasında sanırım. Hayatta da öyledir. Basit, sıradan olduğunu düşündüğün insanlar gayet "tuhaf" şeyler yapar/yaşarlar. Öyküde tuhaf olan, olağanüstü rahatsız edici tavus kuşuyla olağanüstü çirkin bebek değil sadece. Olla ve Bud’ın ilişkisi de öyle. Bud, Olla’nın tüm çarpık taraflarıyla barışmış - eski dişlerini televizyonun üzerinde sergilemesi, bir tavus kuşuna sahip olma hayali, kızaracak kadar utangaç ve aniden ölçüsüzce açılacak (dişlerini tırnağını vura vura göstermesi) kadar umursamaz olması, misafirlere rağmen kuşu eve alma ısrarı. Aslında birçok evli çiftin yap

Richard Yates Öykülerinde Yalnızlık

Yalnızlığı soylu bir duygu ve durum olarak bellemiş biri için Yates’in öykülerindeki yalnızlık halleri ilkin biraz yadırgatıcı. Bu öykülerin methini Onur Çalı’dan (onun Sonra Hayat kitabından) duydum ve sonra beğenisine güvendiğim bir arkadaşım önerince alıp okudum. Doğrusu okuduğum en özel öykü kitaplarından biri bu. Yates öykülerindeki yalnızların hepsi sempatik değil, ama çoğunlukla mağdur ve bazen hastalar. Doktor Jack-o’-Lantern adlı öyküdeki sınıfa yeni gelen çocuğun hali mesela - ondan beklenen bir şekilde kendini sevdirmesi veya elinden gelmiyorsa uyum sağlayıp karışıp gitmesi akışa. Çocuk kendisini sevdirmeyi denemiyor değil ama beceremiyor işte. Mağduriyeti arttıkça ve yalnızlığı düğümleştikçe de saldırganlaşıyor. Zulüm görenin insansever değil zalimden daha zalim olması gibi doğal bir sonuç bu esasında.  İkinci öyküde ( Her Şeyin En İyisi ) Grace pek sevmediği biriyle evlenmek üzere olmanın yalnızlığında. Arkadaşı Martha’nın beğendiği türden havalı birileriyle